MUTLAK KÜL

MUTLAK KÜL

18.03.2024 55

 

 

Mutlak Kül.docx

 

 

17/27

- İstersen sonra anlat, şimdi iyice dinlenmen gerek... Yarın Anadolu'ya geçeceğiz! Hele bir Anadolu'ya geçecek kuvveti bulalım sonrası gelir...

 

Gülizar yolculuk ardından ilk kez yüzündeki garip ifadeyi tebessüm ile değişti. Uzunca bakarak onaylayan bir baş sallamayla ikisi de uyumaya çekildiler.

 

 

Saat, 4.53. Yüzbaşı büyük bir huzursuzlukla uyandı. Gülizar'ı uyandırmayacak şekilde kalktı ve dışarı çıktı. Birkaç nöbetçi dışında kimse yoktu belli ki... Yüzbaşı içindeki huzursuzluğu gidermek için etrafı gözlüyor ve tüfeğini yanında tutuyordu. Daha şafak sökmemişti. Bir iki saat civarı nöbetçilerle birlikte volta atmaya devam etti. Ara sıra Gülizar'ın yanına gidiyor ve onu yokluyordu.

 

 

İçindeki o huzursuzluk yaratan his; Hüseyin'i korkutuyor, Yüzbaşı'yı kendine çekiyordu... Hüseyin, "kül olmasının" yakın olduğunu sezip ağzında "küllerinin tadını" duyabiliyordu... O "küllerin tadı", yakınlardaki tepeden açılan bir ateş ile iyice arttı.  

 

 

Birkaç Ermeni Çetesi, şafakla birlikte baskına kalkmıştı. Nöbetçilerin büyük bir kısmı bastırma ateşi açtı. Diğer nöbetçiler bastırırken birkaçı ise Alay'ı uyandırmak için acil durum zilini çalmaya koştu. Ermeni Milisler tepeden akın akın geliyor, artık bastırma ateşi işe yaramıyordu. Alay hızla uyanıp silahlansa da kaybın önüne geçilemedi... Bazı nöbetçiler vurularak şehit edildi. Alay silahlanmadan bastırılamayacağını anlayan diğer nöbetçiler ise geri çekilerek destek bekledi.

 

 

Herkes ivedi biçimde siper aldı ve çatışmaya başladı. Yüzbaşı en ön saftan Ermeni Çetelere ateş açıyordu. Birinci, ikinci, üçüncü... Vurduğu her milisi

18/27

sayıyordu Yüzbaşı. Kendini kaptırsa da bir anda sürekli yokladığı Gülizar geldi aklına... Koşarak siper aldığı yerden ayrıldı ve koşarak çadıra gitti. Albay arkasından bağırarak "Sipere geri gir!" diyerek devamlı bağırdı. Hüseyin hiçbir şeyi duymuyor ve görmüyordu, sadece çadıra gitmeliydi...

 

 

Hüseyin sağından solundan geçen mermilere rağmen koşmaya devam ediyordu. Askerler, Yüzbaşı için ateşi arttırdı ve bastırmaya çalıştı. Yüzbaşı nefes nefese çadıra girdi ve birkaç parça örtü ve eşyanın altına saklanmış Gülizar'a tek kelime etmeden sarıldı. Onu sakinleştirmeye çalıştı. Gülizar'a orda kalmasını söyleyerek mevziiye dönmeliydi. Orada olduğunu görüp içini rahatlatmıştı. Onu, "küllerinden" daha çok önemsemeye başlamıştı geçen her saniye...

 

 

Bir yandan koşarken bir yandan da silahına davranmış, ateş ediyordu. "Dokuzuncu, onuncu, on birinci..." diye devam etti. İyi bir komutan olduğu kadar iyi bir nişancıydı. Ondan iyisi mezardaysa, vurup mezara koyan da Yüzbaşı'dır! Hemen mevziiye, Albay'ın yanına döndü ve çatışmaya devam etti. Sanki koca bir orduyla savaşıyorlardı, birkaç çete birleşmiş olmalı diye düşündüler. Ya da Rusların işiydi... Kim bilir. Şu an tek bildikleri, uyurlarsa ölürler. Yanındaki için savaşacak, yanındaki için öldürecek ve hatta ölecekler... Aksi halde ölmekten başka seçenekleri kalmıyor...

 

 

15-20 dakikalık çatışma ardından tüm tepe temizlendi. 4-5 dalga halinde tepenin üstünden ve eteklerinden saldırıya kalkan çete tamamen dağıldı. Albay, Yüzbaşı ve çavuşlar, kısaca Alay'daki rütbeliler kayıpları saymaya başladı. On iki şehit verilmişti. Bu on iki ana ocağına ateş düşmesi demekti... Şehit evi için bir bile büyük bir sayı iken, bu sayının on iki olduğunu düşünün... Dediğim gibi: kurşun atıp, kül edip; kurşun yiyip, kül olmadan Yüzbaşı'yı asla anlayamayacağız!  

 

19/27

 

Albay ve Yüzbaşı bir grup er ile tepenin etrafında geziyor, düşmandan alınabilecek mühimmatları topluyorlardı. Yüzbaşı, çalıların arasında bir titreme fark etti. Yaralanmış ama ölmemiş, çalılara saklanmış bir milis olmalıydı bu, silahına davrandı ve yavaşça yaklaştı. Çalıların arasından silah patladı. Milis, Yüzbaşı'yı bacağından vurmuştu, dengesini kaybeden Yüzbaşı yere yığıldı. Yüzbaşı düşünce milis, silahını Albay'a çevirdi ve iki el ateş açtı. Albay, göğsünden ve karnından vuruldu. Yüzbaşı düştüğü yerde doğrularak çalıya ateş açtı, beraberinde diğer erlerde çalıya ateş açmaya başladı. Çalının içindeki Ermeni milis öldü. Yüzbaşı aksayarak yürüyebilse de Albay kötü yaralanmıştı. Çok kan kaybediyordu.

 

 

Sedye yetiştirildi, Albay kamp alanına taşındı. Önce kurşunu çıkartmaya çalıştılar, çok derindeydi. Sonra yaraya tampon yaptılar, Albay'ın al kanı durmak bilmedi... En beklenmedik sona erişeceğini anlamıştı Albay Berk. Vatanına ettiği hizmetten, bin kınalı vatan evladına babalık etmekten öbür tarafa boş gitmeyeceğini gayet iyi biliyordu. Bu onu ne yarasını ne de kanamasını hissetmeyecek kadar hafifletiyordu... Albay'ın içinde kopan fırtına dinmiş, huzura varmıştı. Tüm hayatını bir film şeriti gibi gözleri önünden geçirmiş ve hayatın tatlılığına varmıştı... Albay, başını Hüseyin'e çevirdi. İlk ve malesef ki son kez bir kumandan olarak değil, baba olarak Hüseyin'e son sözlerini söyledi:

 

-Evladım, hayatım boyunca görüp görebileceğim en iyi asker ve oğul sendin. Senden bir kere bile şüphe etmedim, haberin ola... Benim yolculuğum burada bitecek. Bu kınalı evlatları analarına kavuşturmak benden sonra senin vazifendir... Allah yolunu açık eylesin...

 

Hüseyin, "küllerine kavuşan" Albay'ı izlemiş ve nutku tutulmuştu. Albay'ın kendisini bir askerden öte, evlat olarak gördüğünü aklının ucuna bile getirmezdi... Hüseyin düşünmeye devam etti. Demek oluyordu ki "kül olmayı uman" sadece kendisi değildi. Albay'da aynı onun gibi "küllerden fark edilmeyen zırhı" takıp, "kül olacağı" günü bekliyormuş demek ki... İçinde yaşayan kendisini saklayıp kendine etten kemikten bir komutan kimliği

20/27

yaratmış... Belki Hüseyin'de, Berk'te aynı şeyleri yaşamış, aynı şekilde kendilerinden, duygularından utanmış ve kendilerini buldukları tek çıkış yolu olan askerliğe adamışlardı...

 

Hüseyin, fahri babasını bekletmeden elini öptü ve cevap verdi:

 

- Gözünüz arkada kalmasın kumandanım. Ne kanınızı yerde bırakacağım ne de bu evlatları evlerine ulaştırmadan vazifem dışında bir şey düşünmeyeceğim. Ne kadar ben size evlat olduysam siz de bana baba oldunuz...

 

 

Albay ufak bir tebessümle gözlerini yumdu, nefesi kesildi. Albay "kül olmuştu". Hüseyin binlerce generalin, paşanın, komutanın, erin öldüğünü görse de acı dolu dayanılmaz ölümlere şahit olsa da hiç umursamamıştı. Fakat bu sefer "kül olan", Balkan Harbi'nden beri arkasında olduğu korkusuz ve duygusuz komutandı. O korkusuz komutanın ölmeden önceki son sözleri, her zaman verdiği imajın artında gerçek duygularıydı; Hüseyin ile gurur duyduğuydu. Gözlerinin dolmaması mümkün değildi...

 

 

Albay'ın cesedi erlerce kefene sarıldı ve Anadolu'ya götürülmek üzere saklandı. Zor olsa bile Albay'ı gurbet toprağına gömemezlerdi. Yüzbaşı en kısa zamanda Anadolu'ya geçmeli ve İstanbul'a Albay'ın öldüğünü bildirmek için telgraf çekmeliydi. Kamp toplandı, yola çıkıldı.

 

 

Gülizar çatışmanın ve Albay'ın ölümünün verdiği duygu bombardımanı ile iyice boşluğa düşmüş ve Yüzbaşı'nın yanından ayrılmaz olmuştu. Her şeyin üst üste gelmesi onu derinden etkilemiş ve tek tanıdığına bağlanmak zorunda kalmıştı. Albay'ın ölümü ile Hüseyin de boşluğa düşmüş ve "küllü zırhını çıkarıp" özüne kavuşabildiği tek kişi ile yani Gülizar'la seve seve vakit geçirmiş.  

 

 

21/27

Saat, 17.28. Alay, Devlet-i Âliyye sınırlarına ulaşıyor. Yüzbaşı en yakın karargâha gidip durumu raporluyor. Son duruma baktığında sadece bulunduğu Alay'ın değil, neredeyse tüm memleketin kül ile bulandığını fark ediyor. Kan gövdeyi götürmüş, memlekette ateş düşmeyen hane kalmamış.  

 

 

İstanbul'dan telgraf gecikmeden geliyor,  

 

 

"Albay Berk Efendi'nin ölümü sonrası boşalan 57. Alay Komutanlığı mevkisine Edirne'de ikamet eden Albay Avni Bey tahsis edilecektir. 57. Alay, Çanakkale Cephesi'nde, Gelibolu müdafaasında yer alacaktır.

 

Gösterdiği çaba ve kahramanlık ile Alay'ı vatan topraklarına ulaştıran Yüzbaşı Hüseyin Efendi, yaptıklarının karşılığı Binbaşı rütbesine terfi edilmiş ve 57. Alay Kurmay Komutanlığı mevkisine tahsis edilmiştir.

 

 

 

Devlet-i Âliyye-i Osmâniyye Harbiye Nezareti"

 

 

Hüseyin mektubu okurken yüzünde acının tatlı tebessümü oluştu, memlekette kimin ölü kimin diri olduğu belli bile değilken İstanbul artık askerin başına verdiği komutanla askerin bir olduğunu kestirmeye çalışıyordu. Terfi edilmesi de onda pek değişiklik yaratmamıştı. Askerlik kariyerinde sadece Harp Okulu'ndan mezun olduğunda yüzü gülmüştü. Gülmeye lüzum görmüyordu, Hüseyin'e göre terfi, atanma ve "kül olma" zaten bu işin bir parçasıydı. Zamanla hepsi gerçekleşecekti.

 

 

22/27

Uzun yürüyüşler ardından vatana dönünce ulaşımı tren yoluyla sağladı Alay. Alay komutanı Avni Bey olsa da sahada Alay'ın başında Binbaşı Hüseyin'den başkası durmuyordu. Tren ile Ankara kasabasına gidecek sonra da başka bir tren ile Çanakkale'ye geçeceklerdi. Taş çatlasa iki üç gün sürer diye hayıflandı Binbaşı...

 

 

Hüseyin de Gülizar da o kırmızı sıcak evden çıkarılan eşyaları neredeyse unutacaktı. Hüseyin elini cebine atınca ezilmiş akide şekerini fark etti ve aklına eşyalar geldi. Gülizar ile o kağnıya bakmaya gittiler. Kıyafetler, örtüler, dikiş nakış malzemeleri... Gülizar biraz duraksadı. Bu duraksama eskilerin bu günkü yansımasının görünmemesiydi... Gülizar yeni bir başlangıç yapacaktı, Hüseyin'e:

 

- “Burada işe yarayanları Mehmetçiğe verelim. Benim bunlara ihtiyacım yok, az kıyafetim biraz param yeter de artar bana!” Dedi.

 

Hüseyin Gülizar'ın gözlerinden o sözcüklerin altında yatanı okudu:

 

- Eğer eminsen hepsini askere bırakalım, bunlar sana bünyenden daha çok yük...

 

 

İkisi de onaylar bir ifadeyle işe koyuldular ve eşyaları ayrıştırdılar ve tüm eşyaları bağışladılar. Bir tek kavanozdaki akide şekerleri kalmıştı... Bir akide şekeri ile başlayan bu bağ belki ilerde bu şekerin büyüsü sonucu akit ile ölümsüzleşecekti...  

 

 

 

Akşam vakti yolculuk başladı, trenle bir gecede Ankara'ya varılacaktı. Binbaşı Alay'ın zaiyatını hesaplamış, Ankara'dan alacakları teçhizatları belirlemişti... Gülizar'la trenin en ön vagonunda yan yana oturmuş dışarıyı seyrediyorlar ve

23/27

akide şekeri yiyorlardı. Tren yolculuğunun akşam olmasından mütevellit uyuyakaldılar. Serin ve kuru Anadolu Bozkırlarının arasında iyi bir uyku çektiler.

 

En zor kararları en güçlü idareler verir. Ankara'ya varıldığında Gülizar olan bitenden bir bihaber olsa da Binbaşı o zor kararı vermek için uğraşıyordu. Gülizar'ı ölüme götürmemeliydi. Onu Gelibolu'ya götürmesi demek kuşkusuz öldürmek demekti. Hüseyin Gelibolu'dan dönüşün olmayacağını çok açık tahmin edebiliyordu...

 

 

Gülizar'ı ikna edemeyeceğinden adının Hüseyin olduğu kadar emindi. "Bi' konuşur, olmazsa zorla İstanbul'a gönderirim!.." diye içinden geçirdi Hüseyin. Gülizar masum gözlerle Ankara'yı izliyorken cesaretini toplayıp yanına gitti, çareyi emri vaki yapmakta buldu ve uzatmadan anlattı:

 

- Gülizar'ım, Kafkaslardan Anadolu'nun bağrına kadar yolu bir katettik. Yolun bundan sonrası cepheyedir. Seni göz göre göre ölüme götüremem. Sen başka bir trenle Edirne'ye gidecek ve orada evimde kalacaksın.  

 

Emri vakiye karşı Gülizar'ın diyecek bir şeyi yoktur, ani gelişen bu durum karşısında da yapacak bir şeyi olmadığını bilen Gülizar Hüseyin ile ölüme gitmeyi bile göze alsa da kabul etmek durumunda kalır.  

 

- Bana söz ver Hüseyin, harpten sonra o eve geleceğine söz ver...

 

- Kavanozdaki akide şekeri bitmeden ben evde olacağım... Gözünü yollarda bırakmayacağım, için rahat olsun.

 

 

Hüseyin Gülizar'ı İstanbul'a giden trene bindirmek için eşlik eder. Harbiyede tanıştığı İstanbul'daki dostları Gülizar'ı Hüseyin'in Edirne'deki evine

24/27

götürecektir. Duygusuz komutan ve yabancı güzel, son defa birbirlerine sarılır. Sanki bir daha kavuşamayacaklarmışçasına karmaşık bir duyguyla...

 

 

Binbaşı, Hüseyin'i burada Gülizar ile bırakmıştır. Hüseyin orada öleceğini gayet iyi biliyordu. Kurtuluş yolu yoktu. Gülizar'a "Kül olmayacağım." diyerek yalan bir söz vermiştir. Binbaşı, o yaşadığı karmaşık, adını söylemeye utandığı duygudan çoktan "kül olmaya başlamıştı" bile... Gülizar ile ayrıldığı vakit ise, "kül olmuştu"...

 

 

Gülizar'ın treninin kalkışı ve ufuğa doğru giden trenin iyice küçülmesiyle "kül olmuş" Hüseyin'i Binbaşı bastırmıştı. Askerlerin ihtiyacını karşılamış ve mutlu olmaları için uğraşmıştı Gelibolu'ya giden tren kalkmadan önce. Bu trenin kalkmasına kalan 2 saat içinde sazlar çalındı, türküler söylendi... Hatta asker Ankara'dan geçit töreni ile çıktı. Tabi şaşalı bir şey beklemeyin, asker elinde silahı sırtında çantasıyla yürüyerek tren garına gitti sadece...

 

 

Sonunda sıkıcı tren yolculuğu başlamıştı. Askerler cepheye gitmenin heyecanı ve "kül olmanın" korkusuyla yanıp tutuşurken. Olan biteni önceden bilen Binbaşı Çanakkale'deki durumu öğrenmiş ve orada yapılacakları planlamış. Harp hakkındaki tüm bilgileri bizzat Anafartalar Grup Komutanı Mustafa Kemal Paşa ulaştırtmıştı. Hüseyin Binbaşı, daha önceden Balkan Savaşları'nda Mustafa Kemal Paşa'nın birliğinde bulunmuş ve Kemal Paşa'nın nasıl bir harp dâhisi olduğunu biliyordu. Galibiyetten şüphe duymayacak kadar güveniyordu Kemal Paşa'ya. Hatta Balkan Harbi'nde ona hayranlığını şöyle dile getirmişti:

 

-Kemal kumandanım, memleketin durumu ortada... Eğer bu memleket "küllerinden tekrar doğacaksa" bu memleketin babası da siz olacaksınız! Sizden asla şüphem yoktur...

 

 

25/27

Kemal Paşa o zaman Teğmen Hüseyin'in bu iltifatını çok beğenmiş ve oda onu desteklemiştir. İlerleyen safhada Binbaşı Hüseyin'in dediği gibi memleket, milletinin "küllerinden tekrar doğacaktı" ve babası da Kemal Paşa olacaktı...

 

 

Yolculuk sona erdi. Alay içtimaya toplandı ve Anafartalar Grup Komutanı Kurmay Albay Mustafa Kemal tarafından teftiş edildi. Uzun süre ardından dahi komutan ve dâhinin öğrencisi tekrar aynı mevzideydi...

 

 

Mustafa Kemal Paşa Karargahla ciddi sorunlar yaşamakta ve ısrarla yapılan savunma planının işe yaramayacağını dile getirse bile pek önemsenmedi... Hatta Çanakkale Ordular Grubu Komutanı Liman von Sanders Kemal Paşanın Seddülbahir'deki 19. Tümeni Bigalı'ya yani Gelibolu'nun güneyine çekmişti...

 

 

Askerin eğitimi ile ilgilenildi ve savunma için nöbet beklendi... Ara sıra Binbaşı’nın aklına kül olduğu gelip tekrar Hüseyin olsa da mevzide hiçbir güç Hüseyin olmasına izin vermiyordu... Bir yarısını Ankara'da kendinden uzaklaşan trenle "kül etmiş", şimdi de vatana canını vererek diğer yarısını "kül edecekti"...

 

 

Tarih, 25 Nisan 1915. Saat 04.20. Mustafa Kemal Paşa'nın emriyle 19. Tümen Conkbayırı'na hareket etmeye başladı. Monoton bir tempoyla düşman beklenirken tutulan nöbetlerden biri değildi bu. Hareket sonunda Arıburnu taraflarından Donanma Toplarının ateş sesi duyulmaya başlandı, Mustafa Kemal Paşa bunun bir çıkartma olduğunu anlamıştı.  

 

 

Kemal Paşa çıkartmayı Alman Liman Paşa'ya bildirdi ama yanıt alamadı. Sahile daha yakın olan 27. Alay'ın da ağır kayıplar verdiğini duyunca Kemal Paşa karşı saldırıya başlar.

 

26/27

 

Savunma hattı kurmak için 57. Alay'ı Kocaçimentepe'ye harekete geçirir. Binbaşı Hüseyin saldırının hemen bastırılması gerektiğini gayet iyi biliyor ve bunun ciddiyetiyle hareket ediyor. Hızla varmaya çalışılıyordu.

 

 

Bu arada Anzaklar Conkbayırı'na çok yakın bir mevki olan 261. Tepe'ye ulaşmış ve tepeden geri çekilen askerler Kemal Paşa tarafınca fark edilmiş, Kemal Paşa askerin önüne atlayarak:

 

— Niçin kaçıyorsunuz?

 

— Efendim, düşman!

 

— Nerede?

 

— ‘İşte!’ diye 261. tepeyi gösterdiler.

 

Kemal paşa askerlerine 10 dakikalık bir dinlenme süresi vermiş ve geride bırakmıştı. Ve düşman 261. tepeye ulaşmıştı. Bu demek oluyordu ki düşman Kemal Paşa'ya Kemal Paşa'nın askerlerinden daha yakındı! Düşman Kemal Paşa'nın olduğu yere gelirse askerlerinin çok vahim bir duruma gelebilirdi. Bu yüzden Kemal Paşa, Binbaşı Hüseyin ve beraberinde 57. Alay'a vakit kazandırmak için geri çekilenlere seslendi:

 

— Düşmandan kaçılmaz!

 

— Cephanemiz kalmadı efendim!

 

— Cephaneniz yoksa süngünüz var!

 

27/27

 

Kemal paşa askere süngü taktırdı ve yere yatırdı. Askerlerini yanına çağırdı... Düşman ilerleyişi durmuş ve düşman yere yatmak zorunda kalmıştı. Bu savaşın kazanılmasında önemli bir adımdı.

 

 

Hüseyin, Kocaçimentepe'ye varmış ve askerlerini mevziye yerleştirmişti. Savaş kusursuz biçimde ilerliyor ve kazanılıyordu. Kemal Paşa, ilerde tarihe geçecek bu sözleriyle 57. Alay'a taarruz emri verdi:

 

-Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar atanabilir...

 

 

Binbaşı'nın komutasında eş zamanlı 27. Alaydan kalan askerler ve 57. Alay taarruza başladı. Mermi yoktu, süngü körelmişti ama kalpler vatan uğruna "kül olmayı" çoktan göze almıştı. Göğüs göğüse çarpıştılar. Düşman Conk

bayırı'ndan Arıburnu'na çekilmek zorunda kalmıştı. Askere gücünü silahı değil, uğruna savaştığı şey veriyordu. Vatandan başka bir şey görmeyen gözler düşmana kan yutturuyordu...

 

Mutlak Kül

 

O idealist, sıkı çalışan, davasının yolundan sapmayan bir askerdi. Hayatta hiçbir amacı kalmamış ve tek amacı cepheden cepheye koşup âşık olduğu vatanını kurtarmak ve Mutlak bu uğurda dünyaya veda etmek, “kül olmak” olan duygusuz bir subay... Yıllarını cephede eskitse bile ölümle karşılaşma gayesini başaramadı, dipdiri ayaktaydı, bu onun için ne kadar berbat bir hal olsa da!..

 

Savaşın bitmesiyle birlik toparlandı ve kışlaya çekilmek üzere yola koyuldu. “Kül olma” gayesini gerçekleştiremese de vatanının ayakta olmasına seviniyor olsa gerek... Yavaş yavaş tipi başlayacak gibiydi… Üstünde oldukları engebeli, karlı Kafkas Dağları'ndan eskimiş, savaşta yıpranmış kağnılar, at arabaları ve yorgun atlarla ağır ağır anavatana dönüyorlardı, O aracın camından ufku, birazdan batacak olan güneşi ve hemen karşısında yarısı donmuş, akış sesi bile berraklığının kanıtı olan nehri ve hemen üzerindeki taş köprüyü ve hemen ötesindeki terk edilmiş, düşmanların yakıp yıktığı kasabayı seyreder. Bir sonraki ölümcül macerasını hayal ederken kağnının önündeki lambanın ışığı sayesinde çok seyrek bir insan silueti belirdi. Bu bir askerdi muhakkak. Yaklaştıkça iyice belirginleşen bu görüntü koşarak horuldayan araca yaklaşan bir emir eriydi:

 

-Hüseyin Yüzbaşım! Berk Albay sizi çağırıyor.

 

Yüzbaşı hızlıca doğrulup kağnıdan indi, kendine ve üniformasına çekidüzen verdi. Saçını düzeltip beresini taktı, paltosunun düğmelerini ilikledi ve hızlıca emir eriyle birlikte hareket bölüğünün hemen arkasında bulunan Albay'ın aracına

doğru hızlıca yürümeye başladı. Arada pek mesafe yoktu iyi ki… Bu dondurucu soğukta ve tipi başlamasına ramak kalmışken kimse akıntıya karşı yüzmek istemez!

 

Beş veya altı dakika sonra araca ulaşmışlardı, tipi de yavaş yavaş başlamış

gibiydi. Araçların önündeki hareket birliği artık zar zor yürüyordu, hatta tipi

2/27

biraz daha hiddetlenirse savrulabilirlerdi... Albay “dur emri” vererek tüm

birliği durdurdu. "Bu fırtınada kurdu kuşu bırak, Rus Ayısı bile önünü göremez!" dedi ve bulundukları yere kamp kurma emri verdi. Görünüşe göre fırtına dinip sabah olana kadar orada kalacaklardı. Herkes üzerine düşen göreve koştu.

Çadırlar, sobalar, yemekhane, telsiz... İlk Albay'ın karargâhı olan çadır kuruldu.

 

 

Albay'ın ne istediğini merak eden Yüzbaşı, kamp hareketine yardım ediyorken karargâhın kurulmasıyla hemen Albayla birlikte içeri geçtiler ve konuşmaya başladılar:

- Hüseyin Yüzbaşım, birliğin yiyecek stoku aşırı azaldı, en yakın şehir kilometrelerce uzakta. Uzun lafın kısası ya yemek bulacağız ya da açlıktan kırılacağız…

-Yapabileceğimiz ne var ki efendim? Belki destek istersek...

 

Albay sözünü kesti ve devam etti:

 

-Gerek yok. Daha basit bir yöntemi var. Çevrede terk edilmiş yerleşim yerleri var, tamamen ıssız olduğu apaçık ortada. Bir manga askerle birlikte köye intikal edin ve rapor çıkarın, eğer elimize işe yarar bir şey geçerse sabaha köydeyiz...

-Emredersiniz komutanım!

 

Her zaman ince eleyip sık dokuyan Yüzbaşı yolu biliyordu. Dalıp öylesine baktığı bir yer olsa da Yüzbaşı gördüğü bir şeyi hafızasından öyle pek kolay silemezdi. Albay'dan koordinatları bile istememişti... İki çavuş ve onlarla birlikte sekiz er seçerek on kişilik bir manga oluşturdu ve yola çıktı. Gecenin kör karanlığında ellerindeki fenerlerle hızlı ama dikkatli yürüyorlardı. Ne bir hayvan sesi, ne de bir yaşam belirtisi vardı... Aşina oldukları yola bu sefer yayan koyuldular. Belki on, belki on beş dakikalık olsa da bitmez tükenmez, tüm günü alacakmış gibi

3/27

hissettiren o geri dönüş bitti ve nehrin üstüne kurulmuş o köprüye tekrar geldiler.

 

Yüzbaşı köprünün eski, yosunlu görünümü ve sürekli suya maruz kalan bölümündeki çatlakları gördükten sonra pek emin olmasa da yavaş yavaş üzerinden geçti. Sağlamlığından emin olduktan sonra da manganın geri kalanını yanına çağırdı ve aynen devam ettiler... Uzak görünen köy aslında pek uzak sayılmazmış, köprüye varmalarından daha kısa sürede hızlıca köyün girişini buldular...

 

Gecenin kör karanlığının da etkisiyle köyü pek öyle harap olmuşa benzetemediler. Ama ıssız ve korkunçtu, orası kesin! Ay ışığının vurduğu evlerin siluetleri dışında pek bir şey fark edilmiyordu. Karanlığa alışan gözleri biraz daha dikkatli bakınca büyükçe bir bina gördüler. Ve ona doğru hareket ettiler, içeriye girdiler. Lambayı denediler, inanması güç olsa da elektrik vardı... Ve talih onlara güldü. İnanılır gibi değil ama girdikleri bir tahıl ambarıydı. Arpa, bulgur, kurutulmuş meyveler, nohut... Kurutulmuş et bile buldular!..  

Gördüklerinin tamamını not edinip diğer binalara gireceklerdi ki fırtınanın artık dayanılmaz olduğunu kabullenip orada sabahlamaya karar kıldılar. Fırtına o kadar güçlüydü ki yıkılmaz gibi görünen koskoca ambarı hacıyatmaz gibi bir ileri bir geri sallıyordu...  

 

Albay'a, telsizden, iyi olduklarını ama geceyi orada geçirmeleri gerektiğini rapor ettiler.  

Yüzbaşı saatine baktı, saat 3.46 idi. Daha şafağın sökmesine iki saat var... Yüzbaşı nöbeti kendisinin tutacağını ve manga efradına uyumaları gerektiğini söyledi, manga da öyle yaptı ve dinlenmeye çekildi... Yüzbaşı bir saatini sadece yarısı kırık, yuvarlak pencereden fırtınayı seyrederek ve çevreyi kollayarak geçirdi... Fırtına yerdeki bütün yaprakları savururken “Benim küllerim de böyle savrulacak mı?” diye düşündü…

 

 

4/27

Bir saat kadar sonra fırtına yerini yumuşak kar yağışına bıraktı, tipinin duvar kenarlarına savurduğu kar bir metreyi bulmuştu. Hava şu an gezmeye müsaitti, Hüseyin silah arkadaşlarını uyandırmak istemedi, tüfeğini aldı ve ses çıkarmadan kendini dışarı attı.

 

Ambarın etrafındaki birkaç eve girdi ve ufak tefek malzemeler buldu. Çantasına atıp devam etti. Evler tamamen boşaltılmış gibiydi; yüzbaşı saatine baktı, şafağın sökmesine yarım saat vardı. Biraz daha hızlı hareket edip keşfini hızlandırmalıydı. Köyün ilerilerine doğru küçük, yeni ve kırmızı bir ev gördü. Evin önünde bolca yakacak odun vardı, yanında da soba külleri… Yananın geriye bıraktığıydı kül!..  

 

Hüseyin yaklaştığında küllerin eski olmadığını fark etti, bu evde yaşayan biri olmalıydı, demek ki bitik sandıkları köy ne korkunçtu ne de ıssız...

 

Yüzbaşı küçük evde tüfeğine davranmanın tehlikeli olduğunu bildiği için ses çıkartmadan tüfeğini ve üzerindeki ağırlıkları yere attı ve tabancasına davrandı. Evin kapısının merdivenlerini yavaşça çıktı ve kapıyı açmayı denedi. Kapı kilitli değildi ve büyük bir gıcırdamayla birlikte açıldı. Yüzbaşı bu sesi duyan birinin ona tavır alacağını bildiği için hemen içeriyi tabancasını doğrultarak kontrol etti. İçerisi sımsıcaktı, soba yeni sönmüş gibiydi. Dün fırtınadan dolayı soba dumanlarını görememiş olsalar gerek. Kapıyı ses çıkarmadan kapamaya çalıştı ve yavaşça ev içinde ilerledi. Hemen karşısına mutfak çıktı, elbette pek bir şey yoktu. Yüzbaşı'nın dikkatini tezgâhın üzerindeki cam kavanozun içindeki akide şekeri çekti. Yüzbaşı elini kavanoza atıp bir tane şekeri ağzına attı. En son ne zaman tatlı bir şey yediğini bile hatırlamıyordu. Savaş sadece cepheyi yakmıyordu, ülkenin tamamı “ateşten bir gömlek” giymiş gibiydi…

 

Hemen ardından yavaş ve dikkatli biçimde oturma odasına geçti. Soba sönmüş ama sıcaklığını koruyordu, insan eliyle söndürüldüğü de belliydi ama Yüzbaşı halen bir insan yüzü görmemenin hayal kırıklığı içindeydi. Sobanın üzerinde mısır pişirilmişti, hemen yanında bir yer yatağı vardı, toplu ve düzenli…  

 

5/27

Odanın hemen ortasında duran radyoda bir türkü çalıyordu, yüzbaşı o sıcak eve girdikten sonra vazifesini tamamen unutup eve odaklanmıştı. Sessizliğe gömülü evi en küçük detayına kadar süzerken bir yandan da bu güzel türküyü dinliyordu, en son ne zaman çalgı sesi duyduğunu hatırlamıyordu...

 

Yüzbaşı birden daldığı masaldan uyandı ve şafağın söktüğünü gördü. Biraz tedirgin oldu ve saatine baktı, saat 6.24… Manga yorgundu, hala uyuyor olmalılardı. Hüseyin yine mutfağa yöneldi. Çocukluğundan kalan o lezzeti tekrar yaşamak için akide şekeri alıp cebine attı.

 

Hızlıca ve sessizce evden çıkarken tabancasını gene eline aldı. Bu kadar canlı bir evde insan bulamaması yeterince tedirgin etmişti onu. Merdivenlerden inerken dışardan gelen sesle irkildi. Bir şeyler düştüğünü düşündüren bu ses Yüzbaşı’nın tabancasını daha sıkı kavramasına neden oldu. Her ne kadar ölüm onun ana gayesi olsa da, “kül olmak” ideali yüreğini tutuştursa da vazifesi gayesinden önce geliyordu. Aldığı askeri eğitimin hakkını vermeli, önce ona verilen vazifeyi bitirmeli, gayesini sonra gerçekleştirmeliydi.

Karşısında silahlı bir düşman umarken korkmuş, zayıf düşmüş, genç bir kız buldu. Kız yüzbaşıyı gördükten sonra korkup elindeki yakacak odunları düşürmüş, düşürdüğü odunlar ayağına gelince de yere yığılmıştı. Taktığı bere düşmüş ve sabah yelinin etkisiyle uçmuştu. Kahverengi, sarı arası bir renkteki küt saçları kara karışmıştı. Fal taşı gibi açılan gözleri masmaviydi, tüm bu güzelliğiyle kara uyum sağlıyordu. Yüzü soğuktan bembeyazdı. Yanakları ve küçük burnu hafif hafif kızarmış gibiydi. Örgü eldiven ve atkı takıyordu, kendisi örmüş olmalı diye düşündü Hüseyin. Elleriyle yerden destek almaya çalışıyordu, bacaklarını da toplamıştı. Fakat genç kız aynı zamanda korkudan kıpırdamamaya çalışıyordu.  

 

 

Yüzbaşı mesleği gereği kızın kendisinden korktuğunu, kaçmaya çalıştığını gayet iyi anlamıştı. Kızın silahsız ve tek başına olduğu da belliydi. Evdeki radyodan gelen türküden ve akide şekerinden onun Türk olduğunu anlamıştı. Yavaşça silahını indirdi, kılıfına koydu. Geri adım attı. Sadece silahı değildi kendinden

6/27

uzaklaştırdığı. Yıllarca ruhunu koruyan zırhı da çıkarmıştı… Beresini çıkartıp yavaş hareketlerle kızı sakinleştirmeye başladı. Kendini tanıttı:

 

En son kalınan yer.

 

-Beni anlayabiliyor musun? Ben Hüseyin, Türk'üm. Sana bir şey yapmayacağım...  

 

Genç ve güzel kız cevapsız kaldı. Hüseyin'e karşı dimdik ve boş bir şekilde bakmaya devam ediyordu. Gözlerinden ölüm korkusu taşıyordu, ölüm korkusu gözyaşına dönüştü. Genç kız masmavi gözlerini akıtmaya başladı, yavaş ve damla damla. Sanki hayatında son kez ağlayacağı hissine kapılmış gibiydi. Gözyaşları sıvı olsa da, vücudu kaskatıydı. Yüzbaşı'yı gördüğü anda dosdoğru avcıya bakan bir ceylan gibi ölümünü hareket etmeden bekliyor gibiydi...  

 

Hüseyin'in kafası iyi biçimde karışmış olmalı ki artık konuşamıyordu. Bu güzel kız ya yabancıydı yada yalnızlıktan aklını yitirmişti... Savaş sadece fiziksel ölüme yol açmıyor, savaşan milleti bütünüyle yaralıyor. Savaşın zehirli kokusu, cepheden yavaş yavaş ülkelerin içlerine siniyor... Hüseyin bir anda sakinleştirme çabasından vaz geçti. O da savaşın zehrinin etkisindeydi ve daha fazla ayakta kalmaya dermanı yoktu...

 

Küçük bir tebessümle kızın önüne oturdu. Kız Hüseyin'in ani hareketine tepki vererek geri çekildi. Fakat Hüseyin bu çekilmeye karşı gelmedi. Kızı süzmeye başladı. Ev onu nasıl büyülediyse, içinde yaşayan da onu büyülemişti... Ev sıcaklığını, samimiyetini, gençliğini sanki o genç güzelden almış gibiydi. Yüzbaşı cebindeki akide şekerinin birini çıkarttı ve kıza doğru uzattı. "Al, hadi." diye fısıldadı.  

 

Hüseyin'in daha ismini bile bilmediği, tek bildiği "küllerinden olacakmış gibi" bakan, baktığı gözleri parıldayan bu kız bu dostane yaklaşıma sıcak baktı. Hüseyin'in elinden akide şekerini aldı ve yavaşça ağzına götürdü. Tam eli

7/27

ağzındayken yüzbaşıya dik dik baktı ve şekeri ağzına attı. Yüzünde hafif bir tebessüm belirmiş gibiydi. Mimikleri o kadar zayıftı ki neredeyse belli olmuyordu, ya da kız belli olmasını istemiyordu... Kız yavaş ve cılız bir sesle konuşmaya başladı:

 

-Gülizar... Adım Gülizar...

 

- Tanıştığıma memnun oldum Gülizar... Nereden geliyorsun?

 

-Ormandan, odunum bitti... Sobayı yakamayacağım...

 

-Burada mı yaşıyorsun, ailen nerede?

 

-Yetim büyüdüm ben... Abim savaşa gitti, haber alamadım bir daha ondan. Annem...

 

-Annen peki?

 

-...  

 

 

Kız konuşmayı kesti, belli ki daha fazla konuşmak istemiyordu. Hüseyin aylar sonra ilk kez savaştan uzak, berrak biriyle konuşuyordu. Bu durum Hüseyin'e büyük bir moral kaynağıydı. Konuştuğu bu güzel, savaşmasa da "savaşın küllerinden" etkilenen kız moral kaynağının ta kendisi olmaya bile yeterdi. Böyle narin bir bedenin altında sessizce savaşan ve acı çeken birinin olduğu gerçeği Hüseyin'in içinde yankılanıyordu. Savaşıyordu, içindeki sese karşı geliyordu ki o ses onu "kül" etmesin...

 

8/27

 

Yüzbaşı manganın uyanabileceğini düşündü, onu bu halde görmeleri çok utanç verici olabilirdi, değil mi! Dostça bir tavırla Gülizar'ın elinden tutup onu kaldırdı. Yere düşürdüğü odunları diğer odunların yanına dizdi ve süzülüp küllerin arasına giren bereyi alıp, Gülizar'a verdi. Onu evine soktu ve uzaklaştı... Hüseyin tüm gününü orda oturarak geçirebilirdi, istiyordu da. Hüseyin kaderinden korku; korkusuz asker ilk kez "kül olmak" arzusundan korkmaya başladı... Unutmayınız, "kül olması" gereken Yüzbaşı, Hüseyin değil!

 

 

Yüzbaşı saatine baktı, saat 7.00'ye geliyordu... Ses çıkartmadan ambara geri girdi ki gene girdiği endişenin boşuna olduğunu anladı. Tüm manga efradı mışıl mışıl uyumaktaydı, kılları bile kıpırdamamış desek yeridir... Her şey aynı bıraktığı gibi durmaktaydı.

 

 

Yüzbaşı yaşadığı inanılmasında güçlük çektiği hadise sonrası gece boyu uyumamanın verdiği rehavetle ya uykuya dalıp gidecek, yaşadığı masalı düşleyecekti. Ya da tüm gün kalmak istediği o temiz insanın yanına geri gidecek. Kaderiyle yüzleşecekti. Savaşta "küle bulanmış" ruhunu temizlemenin tek yolu belki de onunla vakit geçirmekmiş gibi hissetti bir an Hüseyin... Karanlık Yüzbaşının üniformasındaki kan lekesini çıkartacak tek şey oymuş; yıllarca taktığı, küllerinden ne olduğu b18-03-2024

İLETİŞİM

Adres:
MODERNEVLER MAH. 299. SK. LİSE SİTESİ HATAY ISKENDERUN CUMHURIYET ANADOLU LISESI BLOK NO: 2 İSKENDERUN / HATAY


Telefon
(326) 615 4755


e-Posta Göndermek İçin Tıklayın